20 Şubat 2019 Çarşamba

İHVAN'UL MUSLİMİN'İN KURUCUSU HASEN el-BENNA:

    
     a- Hasen el-Benna rahimehullah Hassafiye tarikatine bağlı bir sufi idi. O tarikatin ayinlerine ve virdlerine devam ederdi.
     
     b-Şöyle derdi: "Toplanma günlerinin çoğunda evliyadan birine yolculuk yapmayı öneririz."
         Bkz: Muzekkiratu'd-Da've ve'd-Duat (s.22-23)

     c- Şöyle derdi: "Bizim adetimiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve selllem'in mevlidini hatırlamak için Rebiu'l-Evvel ayının ilk gecesinden on ikinci gecesine toplantıdan sonra tören alayını takip etmek, tam bir sevinç içinde mutad kasideleri okumaktır."
         Muzekkiratu'd-Da've ( s.25-26)

     Hasen el-Benna'nın tekrarladığını zikrettiği kasidede şu beyit de vardır:

     "İşte Habib! Ashabı da geldiler, herkesten de daha önce geçenlerı affetti"
       Öğrencilerinin Kalemlerinden Hasen el-Benna adlı kitap (s.71-72)

     Şüphesiz bu sayılanlar bid'at kapsamındadır. Zikredilen beyit ise şirk bir sözdür. Herkesin gelmiş geçmiş günahlarını affedip bağışlayan Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ise, Allah Teala'nın şu ayeti nerede kalıyor?!:

     "Günahları Allah'tan başka bağışlayacak olan kimdir?    (Al-i İmran 135)

     Şüphesiz yukarıdaki beyitte geçen sözler nübüvvet makamına karşı bir aşırılık ve rububiyet makamına karşı bir düşmanlıktır.

     d- Hasen el-Benna şöyle derdi:  "Bizim Yahudilerle husumetimiz dini değildir. "    
         Bkz: El-İhvanu'l-Muslimun Ahdasu San'ate'ü-Tarih (1/409)

     Bu sözler Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin esaslarından biri olan el-Vera ve'l-Bera'yı yıkmak demektir. Yine vela ve berayı gerçekleştirmemek de bid'at kapsamındadır ve bid'atin sonucudur. Hasen el-Benna davetinin esasını; mezhepleri, akideleri, milletleri farklı da olsa insanları şu kaide etrafında bir araya toplamak ve onlara  liderlik yapmak üzerine kurmuştur:  " İttifak ettiğimiz konularda yardımlaşırız, ihtilaf ettiğimiz konularda da birbirimizi mazur görürüz."

     Şu an İhvanu'l-Muslimin'in davetinden etkilenen bazı kimseler de bu sloganı tekrar etmektedirler!
Onların sözleri şudur:  "Biz görüşleri değil, safları birleştirmek istiyoruz! "( Bu sözü Selman el-Avde, Aiz el-Karnî gibi sapık bid'atçiler birçok makalelerinde söylemişlerdir.)

     Hasen el-Benna ve takipçileri bu kaideyi, islam  imamlarının sakındırdıkları sapık fırkaların menheclerini de kuşatacak şekilde geniş tutmuşlardır. Hatta onların bazı komitelerine Hristiyanlar da katılmışlardır.

     Dr. Abdulfettah Mahmud şöyle demiştir:  "İhvanu'l-Muslimun'un taassup göstermediklerini ortaya koyan şeylerden birisi,   1948 yılında kurulan İhvanu'l- Muslimin'e bağlı siyasi komisyon üyeliğine  iki Hristiyanın da girmesidir.  Bu iki Hristiyan: Vuheyb Dus ve Luveys Ahnuh' tur."
Bkz: Tasavvuru'l-İhvanu'l-Muslimin Lil-Kadiyyeti'l- Filistiniyye ( s.23)

     Hasen el-Benna, Şia ile Ehli Sünnet arasında yakınlaşma heyetinde üye idi.  Şeyh Muhibbuddin el-Hatib bunun bir tuzak olduğunu açıklayarak müslümanları bu fikirden sakındırmıştır.

     İhvanu'l-Muslimin'in bu sloganik kaidesi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek, Allah için yakınlık göstermek (velâ) ve Allah için uzaklaşmak (berâ) esasına aykırıdır. Sapıklık ehlinin, Ehli Sünnet ve'l-Cemaate muhalefetleri mazur görülemez.

     Birisi çıkıp:  "Hasen el-Benna ve İhvan'ın bu kaidedeki maksadı usuldeki ihtilaf değil,  furûdaki ihtilaflardır"  diyebilir.  Cevap: Onlar eserlerinde böyle bir kayıt koymadıkları gibi, uygulamaları ve açıklamaları da böyle bir kayıt koşmadıklarına, daha önce geçtiği gibi aki:de hususunda dahi muhalefet edeni mazur gördüklerine delalet etmektedir.

     e-  Hasen el-Benna, bait rükünleri arasında şu kararı zikreder:  "İzafi ve Terkî bidatler fıkhi ihtilaflardır. Herkesin bu konuda farklı görüşü olabilir.
Bkz: Hasen el-Benna Mecmuatu'r-Resail  (s. 358)

     Hâlbuki bu söz, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in:  "Her bid'at sapıklıktır"  hadisine aykırıdır.  Bkz: Sahih.  Müslim (867)  Ahmed (4/126)  Ebû Dâvud  (4607)  Nesâi (1578)  İbn Mâce (42,45,46)  Dârimi (96,212)   Hâkim (1/174)    İbn Hibbân (1/178)   Bezzar (10/137)    Taberâni (18/245)   Ebû  Yâ'lâ (4/85,90)

     f-  Hasen el-Benna,  İhvanu'l-Muslimin' in davetini şöyle açıklıyor:  "Bu, selefî ber davet, sünnî bir yol, sufî bir hakikat, siyasi bir görünüş, sporcu bir topluluk, dünyayla kültürel bir bağlantı, ekonomik bir ortaklık ve toplu fikirdir."  Bkz: Hasen el-Benna mecmuatu'r-Resail (s. 122)

     Burada akide  (inanç)   ve  menhec (uygulama) olarak ihtilaflarına rağmen büyük sayıda takipçiyi toplamayı amaçlamakta ve bunu düzgün bir metod zannetmektedir. Böyle bir metot,  akide esaslarından ve dinin kurallarından tavizler vermeyi gerektirir. Halbuki davetin kuvvet ve selameti, takipçilerinin çokluğuna değil, akidesinin doğruluğu ve menhecinin düzgünlüğüne bağlıdır. Sahih akideye muhalefetler bulunmasına rağmen safları birleştirmenin ve bir araya gelmenin hiçbir faydası yoktur.

     g-  Hasen el-Benna Allah'ın isimleri ve sıfatları konusunda çok büyük hatalara düşmüştür. Mesela demiştir ki: "Kur'ânu'l-Kerim'de bazı ayetler ve tertemiz sünnette bazı hadisler gelmiştir ki bunların zahiri Allah Tebarek ve Teâlâ'nın bazı sıfatlarında mahlûkuna benzediğini göstermektedir. Örnek olarak bunların bazısını zikredeceğiz....   Bkz: Mecmuatu'r-Resail (s. 408)  Sonra zannına göre bazı örnekler zikreder.

     Zahirinde Hak Teâlâ'nın mahlûkuna benzediğini gösteren ayetlerin ve hadislerin olduğu düşünülebilir mi?

     Böyle bir kuruntunun Kur'ân ve sünnete nispet edilmesi tehlikeli konulara götürür. Zira bu iddia, Kur'ân'ın küfre düşürebilecek zahiri olduğunu düşündürür. Çünkü Allah Teâlâ'yı mahlûkuna benzetmek küfürdür.  Bu düşüncenin sebebi, Kur'ân'daki muhkem ve muteşabih meselesinin karıştırılmasıdır. Sıfatlar konusu ise müteşabih değildir!

     Hasen el-Benna, Selef hakkında şöyle diyor:  "Selefe gelince, onlar dediler ki:  "Biz bu ayet ve hadislere geldiği gibi iman ederiz. Allah Tebarek ve Teâlâ'nın bunlarla ne kastettiğini açıklamayı bırakırız. "Onlar el, göz, gözler, istiva, gülmek, taaccüp... gibi sıfatları ispat ederler. Bütün bunlar anlayamayacağımız bir mekândır. Onun ilmini ihata Allah Tebarek ve Teâlâ'ya bırakılır. Nitekim biz bundan yasaklandık. "   Bkz: Mecmuatu'r-Resail (s.414)

     Bundan sonra da şöyle diyor: "Halef (sonrakiler)  ise şöyle dediler:  "Biz ayetler ve hadislerdeki lafızların manalarını kesinlikle zahirlerine göre almayız.  Bunlar mecazlardır, tevil edilmesine (yorumlanmasına)  bir engel yoktur. "   Böylece teşbihten  (Allah'ı mahlûkuna benzetmekten)  kaçınmak için vech (yüz)   kelimesini zat olarak,  el kelimesini kudret olarak vb. yorumladılar."
Bkz:  Mecmuatu'r-Resail (s.414)

     Sonrakilerin yorumlarına dair sözler zikrettikten sonra şöyle demiştir: " Mesela araştırılırsa iki metot arasındaki ihtilafın mesafesinin önem taşımadığı anlaşılır. Keşke her biri aşırılığı terk etse. Bu gibi meselelerde söz ne kadar uzarsa uzasın, tek sonuca çıkar ki, o da meseleyi Allah Tebarek ve Teâlâ'ya (tefviz)  bırakmaktır."  Bkz:  Mecmuatu'r-Resail (s.416)

     Sonra sözü şöyle tamamlıyor: "Selef ve halef (öncekiler ve sonrakiler)  bunlarda zahirin kastedilmediği ve te'vil edileceğinde ittifak etmişlerdir..."  Bkz: Mecmuatu'r-Resail (s.417)

     Burada açıkça selefin akidesine muhalefet vardır ve selefin akidesi hakkında hatalı açıklamalardır. Diyor ki:  "Selef dediler ki: Biz bu ayetlere geldiği gibi iman ederiz..." Bu sözün selefe nispeti sahih olmadığı gibi, akideleriyle de örtüşmemektedir. Selefin yolu,  kitapta gelen herşeyin zahirine göre iman etmeleridir. Selefin: "Geldiği gibi kabul edin"  şeklindeki sözleri ile kastedilen;  zahirinden çıkaran veya manasını iptal eden bir yorunda bulanmaksızın kabul edin demektir.

     Selefin akidesi olarak naklettiği şey ise;   Mufevvida fırkasının görüşüdür. Onlar sıfat naslarının manalarını Allah'a havale ederler. Bu ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ve ashasının bu sıfatların manalarını bilmediğini iddia etmek demektir. Hâlbuki selefin menheci, Allah'ın kendisi için ispat ettiği sıfatları ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem'in Allah hakkında ispat ettiği sıfatları ispat etmek ve bunların keyfiyetlerini  (nasıl olduklarının bilgisini) Allah'a havale etmektir.
Bkz: Mecmuu'l-Fetava (6/256)

     Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in ve ashabının bu nasların manalarını bilmediğini kabul etmek ise bu dine bir hakarettir! Bu yüzden selef âlimleri Tefviz ehline daha şiddetli bir şekilde karşı çıkmışlar ve iddialarını iptal etmişlerdir.  Bkz:  Mecmuu'l-Fetava (6/34-35)

     Hasen el-Benna'nın selefin mezhebi hakkında düşündüğü ve zannettiği şeyler doğru değildir. Anlattığı şey ancak Mefevvida mezhebidir. Hasen el-Benna selefin, sıfat ayetlerine geldiği gibi iman ettiklerini nispet ediyor, sonra dönüp diyor ki:  "Onlar bunlarla kastedilenleri Allah'a  bırakmışlardır." Böylece çelişkiye düşüyor!  Sonra selefin Allah'tan ve rasulünden gelenleri ispatı içeren mezhebi ile halefin tevile dayalı mezhebini eşitlemeye kalkışıyor!  Şüphesiz bu, tahriftir, sahih manaları iptal etmektir!  Allah yardımcımız olsun. Geçen hususlar sünnete muhalefettir!

     Sünnete akidede bu şekilde muhalefet eden bir kimse "iman" diye nitelenip ona uyulabilir mi?  Hasen el-Benna'ya imam diyen biri ancak cahil veya hevâ sahibi bir kimsedir!

     Hasen el-Benna'nın takipçileri beşeri kanunlara daveti açıktan ilan etmişlerdir.

     Ferid Abdulhalık şöyle demiştir:  "Bizler demokrasinin gerçekleştirilmesini,  alternatifi olmayan temsilcilik ve demokrasiye dönmeyi istiyoruz."  Bkz: El-İhvanu'l-Muslimun Ahdasu San'ate't-Tarih (3/27)

     Yine şöyle demiştir:  "Toplumların gidişatının değiştirilmesi ancak doğru anlayışa musamaha gösteren hürriyet ve demokrasi ile mümkündür."  Bkz: A.g.e (3/28)

     Yusuf el-Kardavi şöyle demiştir:  " İslami harekete ilk aşamada gereken şey,  kişisel diktatörlük, siyasi baskı,  halkların haklarına karşı taşkınlık gibi unsurların karşısında durmaktır. Bu  ise daima doğru demokraside temsil edilen siyasi hürriyet safında olabilir." Bkz: Evleviyatu'l-Hareketi'l-İslami (s.156)

     Hasen el-Benna'nın halefi el-Hudaybî  şöyle demiştir:  " Komunizm kuvvet ve kanunlarla ayakta durmuyor. Onların galip bir partisinin olmasına bir mani yoktur. İslam ona selametle ulaştıran yola kefildir."    Bkz:  El-İhvanu'l-Muslimun Ahdasu San'ate't-Tarih (3/110)

     Nitekim Hasen el-Benna buna amelî olarak mutabık kalmış ve parlementoya girmek için iki defa aday olmuştur.

     İhvanu'l-Muslimun, demokrasinin ve demokratlar katındaki manasının islama aykırı olduğunu bilmiyorlar mı?  Anayasa hükmünün İslam'a aykırı olduğunu bilmiyorlar mı?  Yoksa onlar bunları biliyor,  fakat mevcut yönetici ile çekişmek için mi ona giriyorlar? Böyle bir gaye bu işi temize çıkarır mı?

     Anayasal uygulama,  aslen hâkimiyet yetkisinin ümmete döndürülmesidir. Dine,  emanete,  adalete ve islam şurasında muteber olan diğer değerlere uygun olsun ya da olmasın, çoğunluğun görüşünün ümmeti temsil ettiği kabul edilir ve ona göre hüküm verilir. Dinsiz devletler, devleti dinden ayırmak için bu düzeni kullanmaktadırlar.

     Parlemento sistemi,  esaslaarı,  kapsamı ve sonuçları bakımından dinsizliğin ta kendisidir. Daha en başından dininin otoritesini inkâr etmeye dayanır. İslami çalışmanın vesileleri, gaye uğrunda herşeyi mubah gören Makyavelizm'den uzak, islamî vesileler olmak zorundadır. Gaye ile vesile arasında ayırım yapmak mümkün değildir.  İslama uygun olmayan vesilelerle islami bir gayeye ulaşılamaz. Hak,  batıl suretinde gelmez. Lakin batıl hak suretinde gelir.

     İhvanu'l-Muslimin'in önderlerinin sözleri,  anayasal hükümete çağrı ile alakalıdır. Onlar demokrasiye çağırmaktadırlar.  Bunu islam'a benzeterek, âlimlerin "İndirilmiş din değil, değiştirilmiş din"  diye niteledikleri bir din uydurmaktadırlar!

     Bu durum,  onların şeriat ile hükmetme ve uygulama talebiyle çelişki halindedir. Kendileri akide ve hüküm konusunda birçok yönden dine muhalefet ederlerken,  yöneticilerden ve halktan nasıl olur da şeriati yani dini uygulamalarını isteyebilirler?!

     Sonra onlar yönetime ulaşabilmek için  bazı arap ülkelerinde laik partilerle beraber yeminler etmişlerdir. Hatta davetlerinde,  gayelerine ulaşmak için laiklikle anlaşma yapmalarına da bir mani yoktur!

     Onların davetlerinin siyasi hizipçilik olduğunu gösteren şeylerden birisi de:  "İttifak ettiğimiz konularda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görürüz" sloganını söylemeleridir. Bu sloganda hakka muhalefet bulunmakla beraber, onlar yönelişlerinde kendilerine muhalefet edenlere karşı bunu uygulamazlar! Bu sloganla onların amacı sadece şudur: Onların sistemlerinden kim razı olur ve yardımlaşırsa onu tenkit etmeyip sükût ederler.

     Mesele açıktır.  Onlar din maskesiyle gizlenen siyasi bir fırkadır.

     Onlar nebilerin (aleyhimu's-selâm) yolunu tutmamışlar, ashab (radiyallahu anhum)'un yolundan yüz çevirmişlerdir. Meselelerinde Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat akidesine uymamışlar, bu akideden ancak durumlarına uygun düşen, işlerine gelen kısımları almışlardır.  Davetlerinde ve sistemlerinde âlimlerin: "Değiştirilmiş din"  diye isimlendirdikleri şeye uymuşlardır. Bu yüzden İhvanu'l-Muslimin'in ikinci Mürşidi Ömer et-Tilimsanî, Şehidu'l-Mihrab adlı kitabında şöyle diyor:"...  Bu yüzden ben şu görüşü kabul ediyorum:  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e bağışlama dilemesi için diri iken de,  ölü iken de gidilebilir..."  Bkz: Şehidu'l-Mihrab (s.126)

     Yine aynı kitapta şöyle diyor:   "O  halde velilerin kerametlerine,  onların temiz kabirlerine sığınmaya,  musibet anında oralarda dua etmeye itikad edenlere şiddetle karşı çıkmaya gerek yoktur..."     Bkz:  Şehidu'l-Mihrab (s.231)

     Nebilerin ve salihlerin menhecinden yüz çevirdikleri için daima başarısızlığa uğramışlardır.  Suriye'de,  Mısırda,  Afganistan' da,  Cezayir'de başarısız olmuşlardır.  Türkiye'de onların yolundan giden Erbakan'ın Refah partisi,  Erdoğan'ın Akp'si de birçok rezalete imza atmış,  Erdoğan çareyi  A.B.D.  Yahudi ve Mason mihraklarıyla ittifak etmede görmüş,  politik manevralarla, çaktırmadan, zinayı, livatayı ve türlü pislikleri serbest bırakan kanunları çıkarırken,  kendilerini dindar gibi göstererek halkları aldatmayı başarmışlardır. Lakin istikrarsızlık ve sefalet onları her yönden kuşatmış durumdadır. Türkiye'deki İhvancı,  haricî çizgide hareket eden Ebu Said Yarbuzi,  Abdullah Yolcu,  Taceddin Bayburdi,  Ubeydullah Arslan gibi yaltakçı destekçiler bulsa da ve halktan şaşkın kimseler görmek istemeseler de durum budur...






İHVANUL MUSLİMİN VE CİHAD ANLAYIŞININ TAHRİFİ


Mukaddime
Hamd alemlerin rabbi, rahman olan, din gününün sahibi Allah'adır.Şehadet ederim ki Allah'tan başka ibadete layık hak ilah yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun kulu ve rasulüdür.
          Müslümanların bugünkü durumunu inceleyen kimse tehlikeyi anlar. Küfür ve şirk milletleri dışarıdan sünnete karşı saldırırken, içeriden de bid'at ve heva ehli gruplar saldırmaktadır.
          * "Düşünce özgürlüğü",  "tecdid (yenilik)" ve  "modernizm"   adı altında bid'at ve sapık fikirlerin sancakları yükseltilmiştir.
          * "Maslahat",  "tek saf olma"  ve  "söz birliği"  adı altında bid'at ehli ile hidayet ehlinin arasını birleştirme parolaları yükselmiştir.
          * "Vakıayı anlayamadıkları"  gerekçesiyle alimler ve sünnetin taşıyıcıları aşağılanmaktadır.
         * Cihad'a yardım etmedikleri ve Müslümanların saflarını parçaladıkları iddiasiyla selefilerden sakındırılmaktadır.
         * "Laik ve komünistlere karşı savaş  "perdesi altında bid'at ehli öne geçirilmekte, onların konumları yüceltilmekte ve sesleri yükseltilmektedir.
         * "Ümmetin silahlanmaya ve Müslümanları savunmaya muhtaç olduğu"  parolası altında ilim terk edilmekte ve gençler ilimden uzaklaştırılmaktadır.
         * "Sultanların alimleri oldukları"  gerekçesiyle alimlerin meclisleri terk edilmektedir.
         *  Allah'ın rahmet ettikleri dışında gençler,  "vakıayı öğrenmek"  gerekçesiyle Kitap ve Sünnet ilmini terk etmekte, gazete ve dergileri okumakta, batı kaynaklı yayınları takip etmektedirler.
         * "Yenilik"  ve "asrın gereklerini karşılama"   adı altında çözülmelere ve rezilliklere davet edilmektedir.
        * "Kadın hakları"  adı altında kadınlar teberrüc yaparak çıkmakta ve erkeklerle karışmaktadır.(İhtilat)
        *  Bu yüzden asıl ve fer olarak, akide, ibadet ve süluk(gidişat) olarak selefin menhecine tutulan kimseler  "garipler"  haline gelmişlerdir.
         Bu ümmetin ancak öncekilerin ıslah oldukları şeyle ıslah olacağına inanmamız, bizim gücümüz yettiğince birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmemizi gerektirmektedir.
         Bizler fitnelerin çok olduğu ve şer'i ilme önem vermenin az olduğu ber ülkede yaşıyoruz. Çünkü gençlerin çoğu ya cehaletten dolayı ya da şehvetlere uymaktan dolayı dosdoğru yoldan sapmışlardır. Bu yüzden aramızda dini ilimlere dair dersler yapmamız gerekmektedir.
         Bu ilimlerin en önemlisi de akide ve salih selefin menhecinin ilmidir. Akidenin korunması için ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat menhecini bilmek zorunludur.
         Şüphesiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:  "Kim şu emrimizde ondan  olmayan bir şey çıkarırsa o reddolunur." Müslimin rivayetinde:  "Kim üzerinde emrimiz bulunmayan bir amelde bulunursa o reddolunur"   şeklindedir.
         Hafız İbn Hacer, şerhinde şöyle demiştir:  "Bu hadis İslam'ın esaslarından bir esas ve kaidelerinden bir kaide sayılır. Zira anlamı: kim dinde dinin esaslarının şahitlik etmediği bir yenilik çıkarırsa ona iltifat edilmez demektir."
         Nevevi şöyle demiştir:  "Bu hadis ezberlenmesine özen gösterilmesi, münkerlerin iptal edilmesinde kullanılması ve delil getirilmesinin yaygınlaştırılması gereken hadislerdendir."
          Et-Tarki şöyle demiştir: "Bu hadis dinin delillerinin yarısını ıslah eder."
          Allah Teala şöyle buyurmuştur:    "Kim rabbiyle karşılaşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesinve rabbine ibadetinde hiç kimseyi ortak koşmasın."  (Kehf 110)
          İbn Kesir rahimehullah şöyle demiştir:  "Artık kim, Rabbına kavuşmayı arzu ediyorsa"  yani kim, rabbinin sevabına ve uygun karşılığına kavuşmak istiyorsa;  "salih amel işlesin"    Yani Allah'ın şeriatına uygun olan işleri yapsın.  "Ve rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın."   Yalnız ve yalnız Allah'ın rızası gözetilerek yapılan ibadet,  şirk koşulmaksızın yapılan bu ibadettir. Bu ikisi, kabul gören amelin iki temel rüknüdür. İbadet her şeyden evvel Allah'ın rızası için olmalıdır, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şeriatına uygun olmalıdır."
          Buna göre;  iki şart bir araya gelmeden amel kabul edilmez.  Bu şartlar: ihlas ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine ve şeriatine uygunluktur. Eğer bu ikisinden biri eksik olursa amel kabul edilmez ve sahih olmaz. Amelde ihlas tek başına yeterli değildir. Şeriate de uygun olmak zorundadır. Bu yüzden Müslümanın, bu iki şart yerine gelmeden bir amele girişmemesi gerekir.
          Amelin önemi arttıkça kişi o amele başlamadan önce su iki şartı gerçekleştirmeye ihtiyaç duyar.  Amelin en önemlilerinden birisi de öldürülmelerinde İslam'ın maslahatı olduğu zannedilen kimseleri öldürmek için kendilerini patlatanların yaptığı gibi kişinin hayatının sonu olan,  ruhunu teslim ettiği ameldir.  Kişi böyle bir amele girişmeden önce nefsini, eski ve yeni ilim ehlinin yazdıkları üzere Allah'ın dininde meşru kıldığı şeylere müracaat ile sebat ettirmelidir. Hamasetle veya belli bir baskı altındaki infial ile yahut başkalırının bu ameli süslemesi sebebiyle fırlamamalıdır. Çünkü bu onun sonu olacaktır.  İşi hakkında yakin üzere oluncaya kadar öne atılmamalıdır. Zira bu canını helak ettikten sonra geri dönüş fırsatı olmayan bir iştir.
          Nitekim kişi bir ameli,  kafirlerden intikam almak için doğru görebilir.  Lakin Allah'ın dinine müracaat ettiğinde bu amelin Allah'ın dinine uygun olmadığını görür.
Buna bir örnek verelim: Bazı gençlerin Amerika'dan intikam için Nayrobi ve Daru's-Selam'da
Amerika elçiliklerinde patlatma eylemi yapmaları, kendilerini öldürmeleri ve elçilikte çalışan Amerika'lıları öldürmeleri böyledir. Öldürülenler arasında suçsuz Müslümanlar da olabilmektedir.
Biz burada işledikleri bir suç olmaksızın öldürülen Müslümanlardan bahsetmeyeceğiz.  Ancak elçiliklerde çalışan Amerika'lıların öldürülmesini inceliyeceğiz. Onlar bu ülkelerde Amerika'nın iki ülke arasındaki elçileridirler. Bu elçilerin öldürülmesi caiz midir?
          Cevap: Elçilerin öldürülmesi caiz değildir. Nitekim Ebû Dâvud  (2762) Nesâi Sunenu'l-Kubrâ (8675) ve Ahmed (1/384)  ravileri güvenilir olan bir isnad ile Harise b. Mudrib'den rivayet ediyorlar:
Harise b. Mudrib,  Abdullah (b. Mes'ud) radiyallahu anh'e geldi ve şöyle dedi:
          "Bende hiçbir  Arapa karşı düşmanlık yoktur. Hanife oğullarının mescidine uğradım. Bi de ne göreyim,  hepsi Museyleme'ye inanıyorlar. "Bunun üzerine Abdullah  (b. Mesud) onlara haber  gönderip huzuruna gelmelerini istedi. Kısa bir süre sonra hepsi  (huzuruna)  getirildi.  Abdullah radiyallahu anh, ibnu'n-Nevvaha'dan başka hepsinden tevbe etmelerini istedi ve  İbnu'n-Nevvaha'ya dönerek:
           "Sen Museyleme'nin elçisi olarak geldiğin zaman ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'i sana hitaben:  "Eğer sen elçi olmasaydın boynunu vururdum."  derken işittim. Sen bugün artık elçi değilsin"  dedi ve Karaza b. Ka'b'a,  İbnu'n-Nevvaha'yı öldürmesi için emir verdi.  Karaza da sokakta onun boynunu vurdu. Sonra Abdullah veyahut Karaza:
           "Kim İbnu'n-Nevvaha'yı sokakta ölü olarak görmek istiyorsa gitsin onu sokakta ölü olarak görsün"  dedi. (Abdurrazzak (18708) ve İbn Ebi Şeybe (7/597)  benzerini Buhari ve Muslim'in şartlarına uygun bir isnad ile rivayet etti
           Ebu Ya'la'nın  (5097)  Abdullah b. Mes'ud  radiyallahu anh'den hasen bir isnad ile rivayetinde şu şekildedir:
          "Museyleme, iki kişiyi gönderdi. Bunlardan birisi İbn Ussal b. Hucr idi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
          "Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik eder misiniz?" dedi. Onlar da:
          "Biz Museyleme'nin  Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik ederiz"  dediler. Bunun üzerine Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
          "Allah'a ve rasulüne iman ettim.  Şayet elçileri öldürecek olsaydım ikinizi öldürürdüm."
          İbn Mes'ud radıyallahu anh Kufede iken İbn Ussal ile beraber onun akrabası olan birisi getirildi. İbn Mes'ud radıyallahu anh onun öldürülmesini emretti. Cemaate dedi ki:
          "Bunu neden öldürüyorum biliyor musunuz?  Onlar:
          "Bilmiyoruz"  dediler. Dedi ki:  "Çünkü Museyleme bunu İbn Ussal b. Hucr ile birlikte elçi olarak göndermişti.  Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
          "Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik eder misin?" dedi.  O İkisi: "Museyleme'nin Allah'ın  rasulü olduğuna şahitlik ederiz"  dediler. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
          "Allah'a ve rasulüne iman ettim.  Şayet elçileri öldürecek olsaydım ikinizi öldürürdüm." İbn Mes'ud radıyallahu anh dedi ki.
          "İşte öldürdüğüm adam budur."  Ebu Vail dedi ki:  "Adam o gün kafir idi."
          Buradan anlaşılıyor ki, topluluklar, devletler ve cemaatler arasında haberleşme yahut ihtiyaç için gönderilen elçilerin öldürülmeleri caiz değildir.
          Elçiliklerde çalışanların görevleri bundan başka bir şey midir?
          Geçen açıklamalardan,  elçilerin ve onların yardımcılarının öldürülmesinin caiz olmadığını çıkarırız. Nayrobi ve Daru's-Selam'daki Amerika elçiliklerinde yapılan patlatma eylemlerinde maksatları bu elçileri öldürmek olduğuna göre, bu işte onlarla bir ilgisi olmayan,  hatta aralarında Müslümanların da bulunduğu başka kimselerin öldürülmeleri nasıl olur?
          Bu iş,  bu ameli yapan kimsenin meşru olmayan bir sebepten ötürü kendisini öldürmesini gerektirmektedir. Hâlbuki bunu yapanlar Allah yolunda şehit olmaya gittiklerini zannetmektedirler.
Onları bu duruma getiren şey ilimsiz olarak fırlamaları ve ilim ehline müracaat etmemeleridir.
          Sonra cihad ile ona benzetilen şeyi ayırmak,  sahih cihad ile başkalarını ortaya koymak için cihad ile kendi canını tehlikeye atmak arasındaki farkın bilinmesi,  bundan sonra da cihadın meşru olabilmesi için cihadın başında Müslümanların düşmanlara karşı koymaya güç yetirebilir olmaları gerekir.
          Allah yolunda cihada nispet ederek bazı işleri yapıyorlar ki,  mitingler de bunlardandır. Yine bazıları, hâkim yönetimlerle  oy kullanmak yoluyla yetki hususunda çekişmeyi cihad diye nitelemektedir. Yine Tebliğ Cemaati de davete çıkışlarını cihad olarak nitelerler. Bahsi geçen ameller Allah yolunda cihada dâhil değildir. Onlarda bizden daha fazla çalışma, bağış severlik ve ihlas bulunabilir. Lakin ihlas başka bir şey, amelin sahih olması başka bir şeydir. Amelin sahih ve makbul olabilmesi için her iki şartın bir araya gelmesi zorunludur. Bu şartlar:  Şeriate uygunluk ve Allah Azze ve Celle için ihlastır.
          Bu açıklamadaki amacım şudur:  Samimi gençlerin sahih/doğru yola yönlendirilmeleri ki bu faydalı ilmin talep edilmesi, onunla amel edilmesi ve Salih Selefin yoluna göre Allah'a davet edilmesidir.
          el-Elbâni rahimehullah meseleyi iki yüce esas ile açıklamıştır:  "Tasfiye ve terbiye". Uzun da sürse bu yolda yürümeye ihtiyacımız vardır. Zira bizler bu hususta yapıcılarız, yıkıcılar değiliz.

          Ama sonucu almakta acele edenler, her bir şey yapmaya kalktıklarında yıkarlar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
          "Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi,  aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın."  (Nahl 92)
          Şair ne güzel söylemiş:
          Arkadaşım yolun ötede olduğunu görünce ağladı
          Ve ben Kaysere katılacağımızdan emin oldum
          Ona dedim ki; Gözlerin ağlamasın zira;
          Ya kral oluruz ya da mazur olarak ölürüz.
          Eskiden şöyle denilirmiş: "Kim bir şeye vaktinden önce acele ederse, sonucu mahrumiyet olur."
          Habbab b. El-Eret radıyallahu anh'den: "Biz Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Kâbe'nin gölgesinde hırkasına dayanmış halde iken durumumuzu şikâyet ettik ve:
          "Bizim için destek istemeyecek misin? Bizim için Allah'a dua etmeyecek misin" dedik. Şöyle buyurdu:
          "Sizden öncekilerden birisi için yerde bir kuyu kazılır, ona atılır, testere getirilir, başı üzerine konur ve ikiye ayrılırdı. Bu onu dininden döndürmezdi. Demir taraklarlaetleri kemiklerinden veya sinirlerinden sıyrılır da bu onu dininden döndürmezdi. Allah'a yemin olsun O bu işi tamama erdirecek, hatta San'a'dan bir binekli kişi Hadramut'a kadar gidecek de sadece Allah'tan veya sürüsüne saldıracak olan kurttan korkacaktır. Lakin sizler acele ediyorsunuz."  Buhari(3612)
          Ümmetin cihad anlayışını tahrif eden hareketlerin başında İhvanu'l-Muslimin hareketi gelmektedir. Bu sebeple bu hareketin başlangıç ve netice bakımından zararlı fikirlerine burda değinilinecektir.
          Allah Azze ve Celle'den bizi ve Müslüman kardeşlerimizi doğru yola hideyet etmesini, bu çalışmamı kendi kerim veçhi için halis kılmasını dilerim. Şüphesiz O her şeye güç yetirendir. Duamız sonu, âlemlerin rabbi olan Allah'a hamd etmektir.
EBÛ MUÂZ EL-ÇUBUKÂBÂDİ'in risalesinden alıntıdır.

İHVAN'UL MUSLİMİN'İN KURUCUSU HASEN el-BENNA:

          a- Hasen el-Benna rahimehullah Hassafiye tarikatine bağlı bir sufi idi. O tarikatin ayinlerine ve virdlerine devam ederdi.      ...